Cevap :
İletişim, iletilen bilginin hem gönderici hem de alıcı tarafından anlaşıldığı ortamda bilginin bir göndericiden bir alıcıya aktarılma sürecidir. Organizmaların çeşitli yöntemlerle bilgi alışverişi yapmalarına olanak tanıyan bir süreçtir. İletişim tüm tarafların üzerinden bilgi alışverişi yapılacak ortak bir dili anlamalarına ihtiyaç duyar.
Belirli mesajların kodlanarak bir kanal aracılığıyla bir kaynaktan bir hedefe/alıcıya aktarılması süreci. Örneğin bir konuşmacı (kaynak) ortak bir dil aracılığıyla (örn. Türkçe) kodladığı belirli kelimeleri (mesaj/ileti) ses dalgaları ve hava yoluyla (kanal) dinleyiciye/alımlayıcı (hedef) aktarır. Bu süreçte geribildirim hedefleniyorsa, iletiyi gönderen başat kaynak, hedef/alımlayıcı ise sonat kaynak olarak tanımlanır.
12 Eylül'den sonra, Atatürk'ün bizzat kendi parasıyla kurdurduğu Türk Dil Kurumu kapatıldı. Yasalar çiğnenerek hem de. Türk Dil Kurumu'nun yönetimi, dil devrimine karşı olanlara teslim edildi. Bugün de bu durum sürmektedir. Böylece güzelim Türkçemizin yuvasına yabancı dillerin yumurtaları konuldu. Türkçe bilim dili değildir gibi saçma sapan tartışmalar başladı. Ve dilimizdeki aşırı kirlenme, o günden bu güne bir çığ gibi büyümektedir.
Bizler konukseveriz ama yurdumuza, evimize gelen İngilizce, benim dilimi susturuyor, onu kovamaya çalışıyorsa, bütün satış yerlerinin, meydanların, otellerin, büyük binaların, işhanlarının, özel televizyonların, magazin dergilerinin adlarından benim güzelim Türkçem kovuluyorsa, bütün gücümüzle buna karşı çıkmamız gerekiyor. Yurduma gelen konuk elimizi dostça tutuyorsa, dilimize saygı gösteriyorsa, onu her zaman hoş karşılarız. Ama elimizi tutmuyor da, parmaklarımızı sıkarak kırmaya çalı��ıyorsa o el dost eli değildir.
Unutmayalım, diller ulusların gece gündüz yanan kandilleridir. Ülkeme gelenler benim kandillerimi, sokak lambalarımı söndürüyorlarsa, benim anamdan atalarımdan öğrendiğim güzelim Türkçeme bir çeşit 'Soykırım' uyguluyorlarsa, onlara karşı savaşım vermemiz gerekmektedir.
Dilimizi toprağımızı korur gibi korumalıyız. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz en büyük servet, zengin, temiz bir Türkçe olmalıdır.
Ceyhun Atuf Kansu, bugünleri görmüş, ta 1966 yılında yazdığı bir şiirde şöyle diyor: "Haraç Mezat / Yaylalarımdan yarın oksijenimi satarsanız / Ve korkuyorum alfabemdeki ulusal besini / Türkülerimi sevincimin gezeneğini, / Ağlamak hakkımı bile ağıtlardan, / Bağımsızlık yelinin yolunu keserseniz / Bir gün onurumun altın madenini verirseniz / Dağlarımı da satarak el oğluna, / Alın gidin o gün, hayrını görün demokrasinin" İmece Dergisi, sayı:65, Eylül 1966.
ediliyor. Günümüzde 'alıcıları hep batı'yı, batı dillerini çeken bir çeşit sömürge vatandaşı kimliğindeki kişiler, konuşmaları ile yazıları arasına İngilizce sözcükleri serpiştirmeden kendini alıkoyamıyorlar. Bu kişiler etkili yerlerde oldukları için, toplumumuza çok kötü örnek olmaktadırlar. Son yıllarda dilimize o kadar yabancı sözcük girdi ki sıradan bir kentin ana sokaklarındaki satış yerlerinin adlarına baktığımız zaman bunu kolayca anlayabiliriz.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1926 yılında, 825 sayılı madde ile sınırladığı TÜRKÇE SATIŞ YERLERİNİN ADLARI ile ilgili yasa, Turgut Özal zamanında kanun hükmünde bir kararname ile ortadan kaldırıldı. O günden sonra da dilimiz yabancı sözcüklerin saldırısına uğradı. Sonuç olarak bir futbol takımının oyuncu kadrosuna dönüştü dilimiz. Sahaya çıkan on bir kişinin yarısı yabancı futbolculardan oluşuyor çünkü. Dilimiz, kendi kültürlerinden, kendi coğrafyalarından utanan, ona sırt çevirenlerin alkışlandığı, parlatıldığı bir döneme girmiştir. Türkilizce melez bir dil oluşmuştur. Bu dille sanat yapılabilir mi? Seyrani'nin ünlü deyişiyle "Eğri okla doğru nişan vurulabilir mi?"
Dilini yozlaştıranların önce kendilerini yozlaştırdıklarını burada apaçık söylemeliyim. Yazılı ve görsel basında Türkçe harfleri kendi ses uyumlarıyla değil, İngilizce ses uyumuyla okuyup söyleyerek, örneğin: "Er aş negatif kan aranıyor" diye duyuru yapıyorlar. Duyuru sözcüğüne "anons", gen sözcüğüne "junior" diyorlar. Yıldız sözcüğüne "star", cankurtaran sözcüğüne "ambulans" diyorlar. Film gösterime girdi demek varken, "vizyona girdi" diyorlar. Dünya sözcüğü, "world"la yer değiştirdi. Hoşça kal sözcüğü "bye bye" oldu. Halkımız gökyüzüne sema değil, gökyüzü diyor. Aynı anlama gelen bir televizyon kanalının adı "sky". Yaşam demek varken "life", haber demek varken "haber portalı", yüksek, verimli çalışma demek varken "performans" diyorlar. Kendi ana dillerini ayaklar altına almak için adeta çıldırıyorlar. Bu bir aşağılık duygusunun, yabancı diller karşısında kendi ana dilini küçük görmenin göstergesi değilse nedir?
Tanıtıma "demo", sunucuya "spiker", gösteriye "show", gösteri yapana "showmen", radyo sunucusuna "diskjokey", hanımefendiye "fırstlady", bakkala "market", torbaya "poşet", mağazaya "süper, gros market", ucuzluğa "damping", duyuru tahtasına "bilbord", sayı tablosunun adına "skorbord" diyorlar. Bilgi vermeye, bilgilendirmeye "brifing", bildiri sunmaya "deklarasyon", uğraşa "hoby", kentlerin girişine güzelim "Hoş geldiniz" yazmak varken "welcome", kent çıkışına yine İngilizce "goodbye", korumaya "bodygard", sanat ve meslek ustalarına "duayen", saygın kişiye "prestij sahibi", alanlara, meydanlara "platform", merkezlere "center", büyüğe "mega", küçüğe "mikro", sonuca "final", özleme "nostalji", iş hanlarına "plaza", sergiye "galeri, center room, show room", ana kentlere "mega kent", yolüstü aşevlerine "fast food", yemek çeşitlerine "menü", ödemeye ise "adisyon" diyorlar.
Sözlerimi ünlü şairlerimizden Cemal Süreya'nın bir sözü ile bitiriyorum. "Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın..."
Osman Şahin
Kaynak: http://www.cerezforum.com/dilimizi-dogru-kullanalim/21066-dilimiz-ve-dil-kirliligi.html#ixzz2BLTiYbYq