MUSTAFA KUTLU KAPILARI ACMAK OKUYAN VARSA BANA OZETİ LAZIM YARDIMCI OLUN LUTFEEN



Cevap :


Hikâyenin iki temel tekniği olan anlatma ve göstermeyi de bir arada kullanır Kutlu Kapıları Açmak’ta. Buna bağlı olarak yazar farklı zamanlarda hem içeriden hem de dışarıdan bakabilir kahramanlara ve olaylara. Buraya kadar değindiğimiz noktaların çoğu onun anlatışına dairdi. Ama bir de gösteren resmeden Kutlu var Kapıları Açmak’ta. Bir soruşturmaya verdiği yanıtta şöyle der yazar: “Uzun zaman resimle sonra sinemayla ilgilendim. Yazarken -belki bu yüzden- kişileri yüzlerini davranışlarını çevrelerini hareketleri görür gibi olurum. Renkler ve sesler her yanımı kaplar. Bunları görüntü dilinde güzel bir çerçeveye çekerim.” Bir hikâyeci resimden çok sinemaya yakındır sanatı gereği. Kitapta görselliğin en etkileyici olduğu yerlerden biri Cihan ile Mümtaz’ın Tekke’de sohbet ettikleri bölümdür. Biraz Tekke’ye biraz da kasabaya yeni gelen Zehra’ya dair konuşurlar. Cihan kendi acziyet tutkululuk ve zaaflarından söz eder; “Şu Tekke de olmasa sığınacak bir yerim yok. Keşke Garip Ahmet Baba hayatta olsaydı. Ona mürit yazılır dünyadan el-etek çekerdim.” der ve demesiyle birlikte ürkek bir güvercinin kanat şakırtısı yankılanır tekkenin kubbesinde. Alabildiğine görsel alabildiğine sinematografik ve alabildiğine simgesel bir karedir bu. Öte yandan Kutlu resmi ve sinemayı birlikte kucaklayabilmektedir. Böylece şiirsellikten de alır alacağını. Kutlu’nun sırtını âşıklık geleneğine halk hikâyelerine ve türkülere yaslayan bir yazar olduğunu ve arada bir dinleyicileriyle anlattığı hikâyeye dair diyaloglara girdiğini yukarda belirtmiştik. Fakat tüm bunlar onun hikâyelerini kolay ve zevkle okunur kılmanın ötesinde onu özgün ve önemli yapan yanlardır. Kapıları Açmak da ilk bakışta Zehra’nın hikâyesi gibi görünüyor. Ama sayfalar ilerledikçe anlıyoruz ki Kutlu’nun anlattıkları Zehra’yı ve yaşadıklarını da aşıyor diğer karakterleri ve olayları da. Bu yüzden Kutlu’nun hikâyelerini hayat hikâyeleri olarak adlandırıp sınırlarını hayata dair ne varsa içeren bir genişlikle tespit edebiliriz. En doğru bir tanımlama ile hayata dair hikâyelerdir onun yazdıkları. Kaldı ki Halk hikâyeleri de insanımızın yaşadığı sevinç ve hüzünleri acıları kahramanlıkları özlemleri ibret ve öğütlerle birlikte anlatmış hayatın tüm boyutlarını kucaklamıştır.   alıntır :) 

Hikâyelerin kaderiyle kahramanlarının kaderi arasında bir ilgi ve ilişki kurmak elbette genellenebilecek bir doğru değildir. Lâkin Kapıları Açmak’ın mâkus talihi ile başkahramanı Zehra’nın yaşadıkları arasındaki -dışardan görünen- benzerlikler pek de küçümsenecek gibi değil. İlk olarak doksanların başında kaleme alınan Kapıları Açmak 1992 tarihli bir sinema filmi olur. Yönetmeni Osman Sınav’ın ilk uzun metraj denemesi olan bu film aynı yıl 29. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi 3. Film” ödülünü ve Kültür Bakanlığı’nca verilen “Sinema Başarı Ödülü”nü alır. İlaveten oyuncu Mehmet Aslantuğ’a “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü de getirir film. Fakat hiçbir zaman beyaz perdede sinemaseverlerle buluşamaz. 13 yıl sonra 2005'te ise yine Sınav’ın çabalarıyla dizi olarak televizyona taşınır Zehra’nın hikâyesi. Bu kez de diziye dönüştürülüp çekilmesinde kimi sorunlar ve zayıflıklar olması nedeniyle ve bizzat Sınav’ın ve Kutlu’nun beğenisini toplayamaması üzerine yayından kaldırılır. Hâsılı kelâm bir türlü ulaşamaz Kapıları Açmak insanlara adeta kayıp bir kapı gibi kalır kuytularda. İş yine yazarına düşer elbet. İyi ki de yazarına düşer.