Cevap :
Yaratılış Macerasında devirler ve âlemler sürükleyen insan, şuur kıvılcımına sahip olup gerek içinde bulunduğu objektif, gerekse kendi içinde bulunduğu sübjektif olayların etkisi altında kaldığı ve onları algılamağa başladığı andan itibaren önce bu olayları, sonra bu olaylara sebep olanları, daha sonra da bu sebep olanlara sebep olanları yine kendi varlığı bakımından kutsal varlık saymak ve onlara bağlanmak zorunda kalmış ve bu yolda primitif (ilkel), mitolojik ve rasyonel (akılcı) denen üç düşünce safhasından geçmiştir.
Çeşitli varlıkların tek bir cevherin çeşitli görünüşleri olduğunu, eşya ile insanın asılda birliğini deyimleyen, objeyi süjede görmekten ibaret primitif düşünce ile insanın iç ve dış hayatını tabiata aksettirmekten, dolayısıyla, süjeyi objede görmekten ve önce Tanrılar dünyasını insan dünyası gibi sayıp daha sonra bu iki dünyayı ona tabî kılmakla insanı bir kul saymaktan ibaret olan mitolojik düşünce arasında ve bu düşünce ile varlık ve eşyayı, görünüş ve değerleri akıl düzenine göre ayarlamak ve aklın değişme kanunları ile açıklamaktan ibaret olan rasyonel düşünce arasında ve bu düşünce ile varlık ve eşyayı, görünüş ve değerleri akıl düzenine göre ayarlamak ve aklın değişme kanunları ile açıklamaktan ibaret olan rasyonel düşünce arasında kesin sınırlar çizmek imkansızdır. Rasyonel düşünce, önce, tecrübe içinde gelişmekle somut vakalardan uzaklaşmamış, ilk Yunan Feylosofları bile kâinatın prensibi olarak su, ateş gibi maddî elemanları ileri sürmüşlerdir. Aklın kendi başına işleme gücü kazanması, dolayısıyla, metafiziklerle felsefe sistemlerinin doğuşu çok daha sonraları meydana gelebilmiştir.