Cevap :
Osmanlı devlet yapısında padişahın yetkilerini kullanmak ya da emirlerini uygulamak için görevlendirilmiş “üç temel sınıf” bulunuyordu: Seyfiye, Kalemiye ve İlmiye. Bu sınıfların en üst yöneticileri de Divan-ı Hümayun’da yani bugünkü ifadesiyle Bakanlar Kurulu’nda temsil edilirlerdi.
Bu sınıflar içinde asıl güç; eğitimi, adaleti ve dini temsil eden “İlmiye Sınıfı”ndaydı. Kazasker’in ciddi ağırlığı olsa da İlmiye sınıfının başı Şeyhülislam’dı. Divan’a da katılan Şeyhülislam’ın protokoldeki sırası Padişahtan hemen sonra gelen Vezir’-i Azam ile aynıydı…
* * *
Ulema hiyerarşisinin en üstünde olan ve bugünkü karşılığı Diyanet İşleri Başkanı olan Şeyhülislam aynı zamanda bütün devlet adamlarının kararlarının ve davranışlarının “şer’i” olup olmadığı, yani şeriata ve dine uygun olup olmadığı konusunda da görüş bildirecek ve fetva verebilecek tek kişiydi. Her önemli iş için, hatta Padişahın görevden el çektirilmesi için de fetva zorunluydu.
* * *
İlmiye sınıfı, yargıçlık, noterlik ve mahalli yönetim işlerini yürüten kadılardan, tıp ve astroloji uzmanlarından ve her seviyedeki “öğretmenlerden” oluşuyordu. İmamlar, müezzinler, bütün din görevlileri, tarikat şeyhleri, seyitler ve şerifler de İlmiye sınıfı içinde yer alıyordu.
* * *
Ülkemizde eğitim, adalet ve din şimdilik bir bütün olarak “ilmiye” altında Diyanet İşleri Başkanlığı’na doğrudan bağlanamadı ama bütün gidişat bunun yakın bir zamanda gerçek olabileceğini gösteriyor. Örnek mi? Fazlasıyla var:
“Dindar gençlik yetiştireceğiz” söyleminden sonra eğitimde dinin bu kadar öne çıkartılması ve birçok İslami yaklaşımın eğitime enjekte edilmesi bu temel yaklaşımın sonucu! Çünkü Osmanlı’da “dine zarar verdiği gerekçesi ile” matematik, felsefe ve kelam gibi müspet bilim ve düşünce hayatı ile ilgili dersler medrese programlarından çıkartılmıştı!
Yargıda da süreç aynı şekilde işliyor:
Yargıtay’ın Ankara’daki İdare Mahkemesi’nin kararını bozarak “hayır cemevleri ibadethane değildir” diye karar vermesi de tesadüf değil. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı, Osmanlı Şeyhülislam’ından devraldığı “İslam’da cami dışında bir başka ibadethane yoktur” fetvasını bir bilirkişi olarak hem de birkaç kez üst üste açıklamıştı
Yargıtay Diyanet’in sözünü dinlerken, Danıştay’a da başka bir şey düşer mi?
Danıştay da “zorunlu din dersi” ile ilgili verdiği son kararında “genel teamüle” hemen uyarak ve “ortak İslami algıyı” peşinen kabullenerek daha önce Antalya İdare Mahkemesi’nin aldığı kararı esastan bozması ve “zorunlu din dersi zorunludur” demesi de asla tesadüf değildir!
* * *
Siyasal iklim İslam lehine değiştikçe, toplumsal doku giderek muhafazakârlaştıkça bazı kararları özel olarak dikte ettirmeye bile gerek kalmıyor, dün sanki çok matahmış gibi düne dönüş hızla artıyor. Din ve İslam seviciliği de övücülüğü de sınır tanımıyor. Oysa bu topraklar asıl olarak Mısır’daki Halifeliği İstanbul’a getiren I. Selim’le birlikte, yani namı diğer Yavuz Sultan Selim’le birlikte çoraklaşmaya, kuramaya başladı. Siz bakmayın geçici olarak toprakların coğrafi olarak büyümüş olmasına. 16. yüzyılda baba I. Selim ve oğul I. Süleyman “dine zarar verdiği gerekçesi ile matematik, felsefe ve kelam gibi dersleri”, Ebu Suud Efendi’nin fetvalarıyla medrese programlarından çıkartırken, Avrupa hümanizmi, rönesansı ve reformları tartışıyordu, bunlar için savaşıyordu. Sonuç ortada: İlimde, fende, tıpta, matematikte… Futbolda, sinemada, edebiyatta da…
Hayatı dinin ablukasına alarak gideceğimiz hiçbir yer yok!