akadaşlar bana benim küçük dostlarım kitabının özetini yazar mızınız  ? yanlız uzun olmasın giriş gelişme sonuç olarak. saçma sapan şeyler yazarsanız şikayet ederim.acillll !!!



Cevap :

 Kıskanç Fatma; on iki yaşında olmasına rağmen tam bir cen­tilmen olan Nurettin; Sedat’la Orhan, büyüğü solgun, sessiz; kü­çüğü al yanaklı, şen iki kardeş…

Bir gün hastalanmıştım. Uzun süre okula gidemedim. Sınıfça ziyaretime gelmişlerdi. Karyolamın üstü bir anda çiçeklerle dolmuş­tu.
Ve bu çocuklar; beni o gün ne derece mutlu etmiş olduklarını asla bilmeden dönüp evlerine gittiler.
Nadide:
Okula başladığımda, hastanedeydi. Hep beraber ziyaretine gitmiştik. Beyaz örtüler arasında solgun bir papatya gibi yatıyor­du.
Bizlere hoş geldiniz dedikten sonra, Mediha ablasının diktiği elbiseyi görünce çok sevindi. Konudan konuya atlayarak konuş­maya başladı. Benim nutkum tutulmuştu; daha fenası boğazıma bir şey tıkanıyor ve gözlerime yaş hücum ediyordu ve bu içli çocuğun yanında ağlamamak için dudaklarımı çiğniyordum.
Coşmuştu, kemanını zorla isteyip aldı. Sonra da hem çalıp, hem söylemeye başladı, güzel ve hazin bir sesi vardı. Çaldığı şarkının bir mısraı içime hançer gibi girip orada kaldı; onu öm­rüm oldukça unutamam!
“Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet! Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!”

Sonra birkaç defa ziyaretine daha gittim. Dost olduk. Kimse­si yoktu. Bana bütün sırrını anlattı. Bu pek temiz, pek masum, pek çocukça bir gönül hikayesiydi, fakat onun hasta çocuk başının en büyük rüyasıydı. Öğretmen Lisesini bu sene bitirip muallim ola­cak bir çocukla, seneye o da mezun olduktan sonra evlenecekler­di. Kurduğu hayalleri yüzü kızararak anlatıyordu.
Nadide’cik şimdi, Edirne’de bir tepede, yalnız başına sonsuz uykusunu uyuyor.

Zeyno:
Sınıfta iki Zeynep vardı. Biri “San Zeynep” diğeri de “Arap Zeynep.” Biz “Arap Zeynep” i anlatacağız.
“Arap” diye seslendiklerinde, sinirlenmez, doğru derdi; ama içten içe de üzülürdü. Ben ise ona “Zeyno” diyordum. Bir süre sonra, herkes de benden görerek ona “Zeyno” diye hitap etmeye başladı.
Ne o kimseyi seviyordu, ne de kimse onu… Ben durmadan onun kalbinin kapısını arıyor; fakat bulamıyordum.
Bir İlkbahar gecesi, okulda nöbetçi idim. Kızlar gece etüdün­de sessiz sedasız çalışıyorlardı. Birdenbire kulağıma Zeyno’nun sesi geldi.”Hocanim! Hocanım!” diye inliyordu sanki. Koşa koşa yanma vardım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Daha önce de geçirdiği baygınlıklar sebebiyle onu revire yatırdık. Geçirdiği baygınlıklar­dan babasını sayıklayarak uyanırdı. Ama bu sefer, “Ablam benim! Ablam!” diye feryat edip ellerime sarıldı.
O geceden sonra, Zeyno ile dost olduk. Hayat hikâyesini o zaman tam anlamıyla öğrenebil mistim. Suriye’den kaçıp, Türki­ye’ye gelmişler. Babası, nenesi, küçük erkek kardeşi ne olmuşlar­dı, bilmiyordu. Babasına karşı, müthiş bir kini vardı. Yıllardır kendilerini arayıp bulamamış olmasını bir türlü hazmedemiyordu. “Ya ölmüşse?” dedim.
Bu ihtimal, onda bir umut, bir teselli oldu. Dünyada en çok sevdiği ve tek dayanabileceği insanın ölmüş olmasını, onun tara­fından ihmal edilmiş olmaya tercih ediyordu.

Selim:
Yoksul çocuk ne demektir? Taşrada ve gündüzlü okulda öğ­retmenlik etmemiş olan bir meslektaşım bunu asla bilemez.
“K…” Ortaokulu’nun birinci sınıf B Şubesi’nden içeriye adım attığım gün, sınıfta yaşları on iki ile yirmi arasında, kılıkları şim­diye kadar görmeye alışık olmadığım şekilde, elli erkek çocuk vardı. Mevsim kıştı. Üzerlerinde yırtık elbiseler, yırtık papuçlar içinde çorapsız ayaklar, morarmış ve çatlamış haldeydiler. On yıllık öğretmendim. Böyle bir şeyi ilk defa görüyordum. Yutkuna yutkuna konuşarak, ilk dersi geçirmeye çalıştım. En ön sırada, sıranda parça parça yazlık bir gömlekle büzülmüş oturan çelim­siz, renksiz bir küçüğün kemikten omuzcağızma elimi koyup, adını sordum.
“Selim” dedi. On üç yaşındaymış. Babası tenekecilik yapı­yormuş.
Peki bu çocuğun hali niye böyleydi? Öğrendim ki, tenekeci­lik işi Musevi vatandaşların elinde olduğundan, babası rekabet edemiyor, gece gündüz çalıştığı halde, çocuğunun sırtına doğru dürüst bir elbise alamıyormuş.
Halbuki Selim, her öğretmenin kendisinden memnun olduğu bir öğrenci idi.
Selim’i bir gün bayram günü yeni elbiseler içinde gördüm.
Ancak, yüzünde hüzünlü bir gölge vardı. Bu gölgeyi uzun seneler -ta küçük Selim’i mutlu, rahat ve hayata karşı tepeden tırnağa silahlı büyük bir adam olarak karşımda gördüğüm güne kadar- içimden söküp atamadım.
İrfan:
Bütün öğretmenlerin, adam olmayacağı konusunda hem fikir olduğu çocuk… Sağlığı mükemmel; ama matematikçinin dediği gibi”‘anormal” çocuk…
Koca sınıfta bir tek o ödev getirmezdi. Hep suratsız, tembel ve dalgın çocuktu. Babası memur olan İrfan’ın ailesi, o günlerde rahatlıkla geçinebilecek gelir düzeyine sahipti. Buna rağmen, bir gün okulda nöbetçiyken öğlen yemeği saatlerinde, İrfan’ı bir köşeye saklanmış, yavan ekmek yerken gördüm. O ise beni görme­mişti. Hemen oradan kaçtım.
Günlerce, beynimde hali vakti yerinde bir çocuk olarak bil­diğim İrfan’ın yavan ekmek yiyişi vardı.
Araştırmak için oturduğu mahalleye gidip, her türlü bilgiyi öğrendim. İrfan’ın annesi üç yıl önce ölmüş, dört çocuk ve besle­me bir kız geride kalmış. Babası, birkaç ay sonra “Çocuklara iyi bakıyor” diye besleme kızı nikahlamış. Kız da başlamış çocuklara zulmetmeye. İrfan’ı. da her gün bir dilim yavan ekmekle okula gönderiyormuş.
Hepimiz, İrfan için, aslını astarını bilmeden, ne kadar kötü sıfat varsa kullanıyorduk.
Bir gün yine ödevini getirmemişti. Konu “Annenizi mi, babanızımı, daha çok seversiniz?” idi. Çocuk bu ödevin nesini yaz-sındı ki?
Elimi omzuna koyup, “Ziyam yok çocuğum, sen bu konuyu yazma, “dedim.
Onun daima düşman bakışlı, bir hançer gibi insanın içine ba­tan kaskatı gözlerinde bir an bir şey oldu, bir tutuşma… Kimbilir nedendi? Ve İrfan geniş omuzlanyla sıraya kapanarak içini çeke çeke ağlamaya başladı.
O günden sonra İrfanla iki iyi dost olduk. Derslerini de dü­zeltti.