Cevap :
ANNEMİN MUTLULUĞU
Eve yaklaştıkça sevincim arttı. Bu sevinç artması anneme söyleyeceğim sözlerden ileri geliyordu. Bu sözler pek önemliydi. O zaman çocuk akıllı olduğum halde kendimi dünyanın akıllıları arasında görüyordum. Ne zannettiniz ya? Ben öğrenimimi bitirdim. Sekiz sene okulun içinde, çiçekli bahçesinde çalışarak, inleyerek sıkıldım. Ah!... O bina benim çocukluk günlerimin çalışmalarına, sevinçlerine dayandı.
Ne ise evin kapısı önüne geldim, sevinçten tokmağını hızla vurmuşum. Odada oturanların hepsi fırlamış. "Kim o?" diyen diyene.
Açtılar, gururlu tavrımı bozmayarak annemin yanına geldim, elini öptüm. Titrek bir sesle dedim ki:
- Anne yüzünü kara çıkarmadım, şimdi rahat ol!
Koca kadın... Beni öpmek için ayağa kalkmaya davrandı, sinirleri gevşemiş, gözlerinde yaş damlaları olduğu halde beni yanına çağırdı. Eğildim, öptü. Analığa mahsus olan bir şefkat bakışıyla beni süzerek:
-Aferin!... dedi.
Bana bu ödül yetmez mi? Zaten bundan büyüğünü tasavvur edemem. Yok yok daha büyüğü var. Onu ben şimdi biliyorum.
Annemde benim için yeni bir düşkünlük hâsıl oldu. Odada ayağa kalksam, "Nereye?" diye soruyor. Ben bu düşkünlüğü anladım. Ah! Pek ziyade sevindi, koltukları kabardı. Artık dalı büyüdü. Aile ağacı daha fazla yeşillendi. Akşam namazını beraber kıldık. Ben artık koca adam olduğumdan odama Çekildim. Bir müddet sonra uyudum.
İki üç saat geçmiş olmalı, uyandım. Evimin o kâğıt kaplı duvarlarını görerek sevindim. Saate bakmak için dışarıya çıktım, annemin odasında ışık var. Acaba ne yapıyor? Saat da iki. Hasta mı oldu? Kapısını açtım.
Ah! O yüksek kalp de sabaha kadar secde ederek Allah'ın lütfuna teşekkür ediyor. İlerde, yüksek Mevkilere geçmem için içten yalvarışlarını Mevlâ önüne bırakıyor, bana hayır dua ediyordu. Gözlerim dolu olarak odama çekildim. Yatağa atılarak gözyaşları arasında uyudum.
Ahmet Rasim, Falaka Ve Geceler, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1989,s. 87.
İKİ YOLCU
Bir zamanlar bir yolcu dağların derinliklerinde, kalın bir kar tabakasıyla kaplı az kullanılan bir patikada tek başına yürüyordu. Kar giderek daha derinleşiyor, yol giderek daha tehlikeli olmaya başlıyordu. Sonunda yolcu soğuğa dayanamayacak hale geldi ve yere yığıldı. Şansı varmış ki, aynı yoldan ikinci bir yolcu geçti ve diğerinin durumunu görünce çok üzüldü. Onu kaldırdı ve kendine getirecek bir şeyler verdi. Daha sonra ilk yolcu, yeni gelenin elini ellerinin arasına aldı ve ona olan borcunu yaşadığı sürece unutmayacağına dair yemin etti. Diğeri hafifçe gülümsedi ve bir şey söylemedi. İlk yolcu, daha sonra eve ulaştığında bu olanları herkese anlatacağını söyledi. Bu insancıl davranışı her tarafta anlatacak, geleceğe kalması için yazıya ve dizelere dökecekti. Diğeri bir kez daha gülümsedi ve bir şey söylemedi.
Birlikte yollarım hızla devam ettiler ama patika gittikçe daha tehlikeli bir hale geldi, kar derinleşti ve yolculardan biri tökezledi. Bir çığlık atarak yanındakinin elini kavradı ve ikisi birlikte dipsiz bir uçuruma yuvarlanıp kayboldular. On bin yıl da geçse, hiç kimsenin onların yazgısından haberi olmayacak -hele ikinci yolcunun büyük iyiliğinden.
KUNİKİDA DOPPO
YUVA
Bir zamanlar bir çift güvercin, boş bir barakada, bir çobanın bıraktığı yerde, bir direkten sarkan açık bir şemsiye keşfettiler. Mevsimlerden bahardı. Bu siyah ağın içinde yuvalarını kurdular. Cereyanlı çatının altındaki rüzgâr şemsiyeyi sallıyordu, ama başka hiçbir şey ne onları, ne yumurtalarını, ne de ilk çıkan civcivlerini rahatsız etmedi.
İlk çift yavru uçmayı öğrendi ve çevredeki kırlık alanda giderek daha uzaklara gitmeye başladılar, ta ki bir gün kendi başlarına uçarken yağmur yağmaya başlayana dek hiçbir güçlükle karşılaşmadılar. Onlarla evleri arasında bir düzine şemsiye açıldı. Birden onlara sanki ters uçuyorlarmış gibi geldi. Sanki ışığın ters yüzünde olduklarını apansız öğrenmişler gibi, dehşete kapılmışlardı. Ters uçmaya başladılar ama yere çakıldılar. Orada da, başlarını kaldırıp sürekli bir şeylerin düşmesini bekleyerek dolaşan hayvanlar onları yakalayıp yedi.
Aynı yuvada yetişen sonraki güvercin çifti de aynı yazgıyı paylaştı. Sonraki, sonraki ve daha sonra gelen nesiller de. En sonunda anne ve baba artık yeni yavrulara sahip olamayacak kadar yaşlandılar.
"Bu yuva da artık pek bir işe yaramayacak." dediler. Yıllar boyunca biriken saman ve pislik şem->siyenin kumaşını çürütmüştü ve yalnızca iskeleti kalacak şekilde parça parça olmuştu.
Biri, "Bir tanesi bile geri dönmedi." dedi.
Diğeri, "Sanırım doğal bu" diye yanıtladı. "Kendi ailelerini kurmaları gerekiyordu. Buralarda bulunan tek yuva bu."
Birincisi, "Evet, "dedi, "böyle bir yuva bulmak için çok uzaklara uçmaları gerekmiş olabilir."
belki işinize yarar:)