Cevap :
İnsanların çocuk çağda aldıkları bilgileri, içinde bulundukları toplum tarafından da zamanla kalıplaşarak inanç haline gelir. Bu inançlar, bireyin ilerde toplumdaki konumunu belirler. Eğer birey, toplumun ahlak yapısına, teolojilerine göre hareket ediyorsa, '' normal insan olarak '' tasvir edilir ve o kişi '' doğru '' bir hayat yaşıyor, denilir. Ama bu öğretilerin, kalıplaşmış bilgilerin (İnançların) etkisine girmeyen kişiler ise o topluma göre '' yanlış '' tır. Kendi gerçeklerine uymayan düşünceler kabul edilmez ya da saçma bulunur; böyle düşünen insanlar '' anormal '' dir onlara göre. Neyin normal, neyin anormal olduğunu kim söylüyor; toplumlar. Toplumlar neye dayanıyor; kendi inançlarına. İnançlar neye dayanıyor; kabul edilmiş düşüncelere!
İşte insanlık gerçekliği tam olarak bilinmeyen, sadece varsayımsal olarak kabul gören düşüncelere inanıyor ve onu gerçek sanıyorlar. Ona göre de teolojilerini, ahlaki tutumlarını belirliyorlar.
Neye inanırsanız o sizin gerçeğiniz haline gelir.
Günümüz insanının hayatındaki değerleri, toplumları, her türlü mantıksal çıkarımları din öğretilerine dayanıyor, hatta hissettiğiniz çoğu duyguda!
Ailelerimiz tarafından teolojik düşünceler bize bildirilir. Anne ve babamız bunların gerçek olduğunu ve hayatımızı ona göre idame etmemiz gerektiğini söylerler. Onlara hemen inanırız. Neden yalan söylesinler ya da neden bizi kandırmak istesinler ki? Onun için bizi yetiştirenlerin sözlerini gerçek kabul ederiz ve benimseriz. Halbuki onlarda bu gerçekleri, kendi anne babalarından öğrenmişlerdi. '' Doğru '' olarak kabul ettikleri içinde bize anlattılar. Ve zamanla tüm dünya bu teolojilerin sistemini gerçek kabul etti. İşte bu yüzden hastalık ve ölüm var; işte bu yüzden sefalet içinde yaşıyoruz; işte bu yüzden hayatta kalmak için öldürmeliyiz! Bu değerlerimiz bizi yetiştirenler tarafından verildi. Şu zamana kadar da pek sorgulayan olmadı. Acaba bize anlatılanlar gerçek mi? Gerçeği mi yaşıyoruz? O halde neden mutlu değiliz?
İnsanlık bu öğretilerle yaşadıklarında, edindikleri deneyimlerle şu sonucu çıkarmaya başladı: Hayat acımasızdır. Bizler gerçeği değil, dinlerin gerçeklerini deneyimliyoruz. Dindar olalım ya da olmayalım, insanlığın içine düştüğü bu durum, ona inandığımız için bizim realitemiz haline geliyor. Artık bunlara son verme zamanı geldi. Her olumsuzluğa dur diyebiliriz; içimizdeki güçle.
Teolojilerin duygularımızı, değerlerimizi hatta benliğimizi bile değiştirdiğini söyleyebilirim. Dinler; deneyimlediğimiz duyguları, bastırmamız gerektiğini söyledi. Her anne-baba da, çocuklarını yetiştirirken duygularını bastırdı. Halbuki bu duygular doğal duygulardı. Bunlar; özenme duygusu, sevme duygusu, korku duygusu, öfkelenme duygusu, cinsel birleşme duygusuydu. İşte bu duygular bastırıldı ve zamanla; kıskançlığa, şiddete, şehvete, hırsa, depresyona ve sahiplenme duygusuna dönüştü. Bu duygular gerçekte olmayan insanlar tarafından yaratılan yapay duygulardır. Meydana gelen bu yapay duygular sayesinde de, insanlık kendi türünü öldürmeye başladı.
Teolojiler, ayrılık bilincini yarattı. Her ne yapıyorsan kendin için yapman gerektiği öğretisini sundu. Bencilliği keşfetmemizi sağladı, düşünmeyi engelledi. Bizim insanlık olarak içten içe yıkılmamıza ve giderek daha ilkel bir toplum olmamıza neden oldu.